Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

3 Kasım 2011 Perşembe

istekler üzerine

Ben kendimi bildim bileli, hiç isteğim bitmedi, ki kendimi bilişim çok erken bir yaş değildi. Şu yaşımdaki doyumsuzluğumun sebebini bulmak isteyenler çocukluğuma insinler, oralarda bir yerlerde o sebebi bulacaklardır eminim. Ama benim hiç oralara inesim yok açıkçası, burada böyle iyiyim ben, hatta daha ötesine de gidesim yok. Şimdi bir motosiklet sevdası yakar böğrümü, bir fotograf makinesi, hatta iki üç fotograf makinesi, bir daktilo, bir stüdyo... Neyse saymaya devam etmeyeyim, zaten söylemek istediğim bunlar değil. Herkesin istek ve arzuları oluyor, herkes bir şeyi diğerlerinden daha çok isteyebiliyor, ama benim tanıdığım hiç kimse benim gibi tez canlı değil! Onlar bekleyebiliyorlar, sabredebiliyorlar, uykusuna yatıp iyice düşünüyorlar,almasam ne kaybederim diye ya da o şeyin gerekliliğini ölçüp biçiyorlar! Hatta ona ulaşmak için para biriktiriyorlar, halbuki kredi kartına eşşek yükü taksit yapıyorlar (düz adam mod on). Olay tam da burada başlıyor, ben her istediğimi en yavşak halimle ehehueuhueheuh diye gidip alıyorum, sonra aldığım şey ne olursa olsun en fazla ikinci hafta soğuyup bi köşeye atıveriyorum. Oysa o bekleyen,sabreden,uykularına yatan,para biriktiren kişi aldığı şeyle öyle güzel vakit geçiriyor ve sahipleniyor ki.... Herşeyi yapıp, herşeyi alıp, herşeye sahip olmak istemek ne acınası bir duygu aslında, hatta bu istek ve arzuları gerçekleştirmiş olsa bile insan... Fakat ben neden mutluyum bu halimden, neden sahip olduğum herşey ve yaşadıklarım ve tecrübe ettiklerim hep bu doyumsuzluğum sayesinde olduğu için mi? Ertelemek, beklemek, belki sonra demek için ya çok salağım ya da çok akıllı... Adet haline getirdiğim "sonra" lafını dememeyi,ömrüm boyunca da muhtemelen sürdüreceğim. Tavsiye ederim. Kalın sağlıcakla

20 Temmuz 2011 Çarşamba

YENİ ZAMAN

Yalnızlığa mahkumiyetin sebebi,
Sevişip sevişip çöpe atılmış terbezlerimiz mi,
Yoksa zamanla kaybolmaya yüz tutan sevda sözlerimiz mi?

İnsan en çok yalnızken kederlenir de,
neden en kalabalık olduğunda arar yalnızlığını?

Keder;
"insanın kendine yakışanı terkettiğidir!"

Zaman olur,
Zaman geçer,
Güzel kadınlar yürür gözlerinin önünden
sen sana kalırsın aniden...

Kimsesiz bir şiir dökülür tırnak içlerinden,
Yine de anlatamazsın sırtındaki keder yaralarını...
Gevelersin ağzının içinde asıl söylemek istediklerini,
anlatamazsın...

Ve anlayamazsın
Neden hep aynı filmden sonra şiir yazma gereksinimi hissini...
Susarsın...

14 Aralık 2010 Salı

bir garip ayet

ve ademoğlu şöyle seslendi;

"canım sevgilim,
kat-i dir ki sen teksin.
varlığına hamdetmek
verdiğin nimetlere şükretmek varken
kendime ait birşeyler istemek nedendir?"

ve sonra şöyle yakarıp af diledi;

"sevgili,
sen ki bu sevdayı var eden,
sen ki aşka can verensin.
sana yakındığım ve senden,
kendim için istediğim herşeyden,
tövbe eder,af dilerim"

sevgili ona şunu buyurdu;

"artık alınma,
artık ben nimetlerimi sana bölmediğim sürece,
sen isteme.
fani hayatının can kaynağıyım,
sus.
sevdanın adıyla sus!"

13 Aralık 2010 Pazartesi

SABAH KAHRE-Sİ

Koyu ahşap mobilyalarla bezenmiş büyük bir salon,bir yanında kırmızı kaplı bir yatak…
Şömine falan yok ama yerde bir şişe kırmızı şarap,yarısından çoğu içilmiş…
Kocaman iki kadeh biri dik biri yan duruyor şişenin bitişiğinde…
Yan yatan kadehte ruj izleri…
Sabah güneşi solgun solgun vurmuş içeri,
İçerde sigara dumanı,şarap kokusu ve bol sevişmiş bir adet dişi bir adet er kişi nidası…
Ne kanepeye ihtiyaç duyulmuş belli,ne kırmızı kaplı yatağa!
Birazdan uyanacaklar belki…
İlk pişmanlık kimde vuku bulacak diye iddiadalar biri yan yatan biri dik duran iki şarap kadehi…
Güneş ışığı canlanmaya başlarken ona eşlik eder kadının ince belli vücudu…
Uyanır gibi olur zahir kadın,üzerinde uyuduğu adamın göğsüne,göğsünün izi çıkmış halde aralar göz kapaklarını…

Kısık gözlerle bakar altındaki adamın vücuduna,sonra yüzüne…
Hayran gözleri kaçar adamın yüzünden…
Geceden hırpalanmış sesi fısıldanır kadının,gittikçe canlanan canlandıkça ısınan güneş ışığının arasında…
“kahretsin…”
Ayaklanır,yuvarlak memelerine geçirir sutyenini,beyaz gömleğini giyer ve incecik belinden gerdirip alttan başlar iliklemeye düğmelerini…üst iki düğmesi açık kalır bilinçli…
Altına,siyah,dizinin hemen üstünde biten,arkadan bir karış yırtmaca ev sahipliği yapan eteğini geçirir,kalçalarına yerleştirir,fermuarını çeker…
Etrafına bakınır bir şey unutmuş gibi deli gözlerle…umursamaz sallar elini,es geçer kalçalarına geçirmesi gereken stringini…
Şehvetten darma dağın saçlarına atar elini,uzun…toplar tepeden alelade…
Tekrar bakar etrafına şaşkın,sinirli ve aslında rahatlamış kasıkları için halinden memnun…
Adamın yüzüne bakmamak için yırtar belki gözlerini kirpikleriyle…
Ama,bakar…
Geceden hırpalanmış,şevkten ve zevkten tahriş olmuş sesi aralanır dudaklarından…
İnce topuklarını vura vura yere ayakkabılarının,
Çıkar kapıdan…
Odada sesi kalır güneş ışığıyla valse tutuşan…
“kahretsin…”

9 Aralık 2010 Perşembe

İktidarsız Dildosu Jop!

"Bak bir varmış bir yokmuş boğaziçinde,
Bir yumurta patlarmış ellerimizde..."

Sanki öğrenciler bir zafer kazandı Boğaziçinde,Ankara SBF de!...
Sanki onlardan başka kimsenin derdi değilmiş gibi uğruna savaştıkları şeyler!
Sanki aynı Başbakan değildi işçiye ters yapan,memura bağıran,çiftçiye siktir çeken,medyayı tehdit eden...

Herkes susmalı değil mi?
Okumaya gittiği sanılan çocukların yaptıklarına bak!
Ders dinlemek isteyen okumak isteyen çocuklar,60'larda olduğu gibi korku yaşamak zorunda mı ki tekrardan kaynatılıyor üniversite öğrencilerinin kazanı?

Hepsi solcu çocuklar,hemen hepsi komünist!Belki çoğu TKP li...
Sokaklarda kaldırım taşlarını söküp cam çerçeve indiren,polise taş,molotof kokteyli atan!
Peki dava kimin davası?
Sadece onların değil mi?

O hükümet değil mi,her mezun iş bulmak zorunda mı diyen,niye herkes öğretmen olmak istiyor bir sürü işsiz öğretmen varken diyen ve okullarında hala öğretmen açığı bulunuyorken?
Üniversitelere sivil polis sokan,en ufak örgütlenmeyi fişleyen,daha şehre giremeyen eylemci öğrencileri şehrin girişinde karşılayıp joplayan polislere emir veren hükümette mi aynı değil?
Aynı hükümetin atadığı yavşak (Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürü) değil mi 17 yaşında ki kızın o saatte dışarda ne işi var diyen?

http://www.internethaber.com/universiteli-kizin-barda-ne-isi-var--311099h.htm

Kim söyledi hatırlamıyorum şimdi,ilk yumurtalı eylemden sonra şunu söylemişti;
-YUMURTA mutfağımızda çok önemli bir yere sahiptir.. kimi yemeklere katıldığında "terbiye" eder!-

Bizim demokrasimiz hep kendi sınırlarımızın içinde demokrasidir!Kendi çizdiğimiz sınırlar aşıldığında demokrasi yerini saldırganlığa,terbiyesizliğe ve hatta bölücülüğe bırakır!
Bu zamana kadar her hükümet kendi "DEMOKRASİ"sini dayattı!"İsterseniz şeriatı bile getirirsiniz"diyen bile oldu!Gerçi ülkeyi bu söylevi icra edenlerden korumaya gelip, demokrasiyi yerleştirecek olanlar da,bunu söyleyeni kendi "demokrasi" kavramları çerçevesinde idam ettiler o ayrı!...

Dövülen,itilen kakılan,dayaktan çocuğunu düşüren,karakoldan ağzı burnu kırılmış olarak çıkan ama yılmayan,tepki koyan,bağıran,küfreden...Çoğu belki benden küçük kimisi ağabeyim ablam yaşında,kimi yaşıtım;ellerinizden öpüyorum...Bir gün başkaldırı üniversitelerden dışarı çıkarda şehrin sokaklarına dökülürse eğer,sizinleyim!

Başkaldırılar,mücadeleler,eylemler ve hatta devrimler önce üniversite koridorlarında başlar sonra üniversite avlularına,sonra sokaklara caddelere tüm şehre...İşte o noktada sizi bekleyenler var unutmayın!Ellerinde jopu olan da var,elinizden tutup aranıza girmek isteyen de!

Şimdi korkudan zangır zangır titreyen dudaklarında küfürler olan hükümet,yumurtayı yiyin beyniniz çalışsın,diyor!Haklılar ama yumurta çiğ haliyle daha verim sağlarmış!O sebepten bi daha ki sefere tam beyinlerini nişan alın!

Biz dayak yiyerek büyüdük,
Evde babadan,ağabeyden!
Sokakta bahçesinden erik koparttığımız bahçe sahibinden!
Okulda öğretmenden,teneffüste yaşça büyüklerden!
Daha da askerde konutandan yiyeceklerimiz sırada bekliyor!
Velhasıl polisin attığı dayağı geçmişin bir yansıması,gelecekte ki asker zamanlara bir hazırlık olarak görebilir ve bunu da yutabiliriz...

Bazen yüksek ses huzur getirir...
Şimdi buram buram korku kokuyor siyaset!
Sayenizde...
Ve devamı ümidiyle...
http://www.youtube.com/watch?v=8yZFLoD2mys
Eyvallah.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Wikileaks Mikileaks Derken


A)Dedikodu?
B)Tüm taşları yerinden oynatacak giz?
C)Yeni bir USA oyunu?
D)Beklenen anarşinin doğuşu?
E)Hepsi?

Cevabın içinde soru,sorunun içinde bi hinlik var bilmem farkettiniz mi?İnsan,işin içinde kahpe bir Bizans oyunu mu var acaba hafız,demeden duramıyor.Kimse ne olduğunu anlamasa da bazımızda bir bayram telaşı bazımızda bir kız isteme heyecanı bazımızdaysa babamızın paketinden yürüttüğümüz tek dal sigaranın farkedilmiş midirliği mevcut!
Yoksa bi bende mi var bu hissiyat?

Henüz neler olup bittiği belli değil!Belli olduğunu iddia eden iktidarsızdır!Şüphesiz ki Wikileaks onların Viagra sıdır!
Gönül istiyor ki Julian Assagain gerçek bir anarşist olsun,gönül istiyor ki "V" hayat bulsun beyaz bir bedende!...



Şimdiye kadar ortaya çıkan belgeler içinde bilmediğimiz ya da tahmin etmediğimiz yeni birşey yok.Her alkol sofrasında konuşulan daha doğrusu,sanılan,şeyler...
Mesela ben bir tek Abdülkadir Aksu'nun genç kızlara düşkünlüğüyle alakalı kısma şaşırdım!Sonra dedim ki bunda bukadar şaşacak birşey yok asıl şaşılacak şey,merakının genç erkeklere olması olurdu!O şaşkınlıktan da vazgeçip yeni belgeler bekledi gözlerim.Hala da beklerler...

"Erken Dönem Wikileaks Belgeleri"yle alakalı en doğru yorum elçiler arasında yapılan DEDİKODU tanımlamasıdır!Bir diğer doğru ELÇİLER DEVLET TEMSİLCİSİDİR tanımlamasıdır.Öte yandan bağdaştırıcı olan kısımsa şudur"ELÇİLER DEVLET POLİTİKALARINI TEMSİL ETTİĞİNE GÖRE,ELÇİNİN YAPTIĞI DEDİKODU BİR NEVİ DEVLET ZİHNİYETİNİN GÖSTERGESİDİR!"
Devlet Dedikodusu!!!
Nedense gözümde Devlet Başkanlarının gün yapar halde fotografları belirdi(gülen smile).

Buraya kadar söylediklerimi atın kafanızdan çünkü henüz yeri yerinden oynatacak bir belge yok ama çıkacağına kesin gözüyle bakılıyor,belgeler tamamlanınca ya da daha önemli bilgiler akmaya başlayınca daha detaylı yazarım.Benim olayım bambaşka!

Bakın siteyi birçok ülke yasakladı çünkü sırlar deşifre ediliyordu!
Bakın Almanya da bir bakan istifa etti!
Bakın USA Wikileaks ı terör örgütü Julian'ımı terörist başı ilan etti!
Bakın İsveç Julian'ın tecavüzden yargılanıyor olması konusunu sürekli gündemde tuttu,Julian isveç'le ilgili şok edici belgeler olduğunu söyledi İsveç geri çekildi!
Bakın USA daha belgeler internet ortamına düşmeden müttefiklerine(!) kırmızı alarm geçip "ilişkilerimize dört elle sarılmalıyız" dedi!
Bakın hala büyükler endişeli,izliyoruz!

Peki biz ne yaptık?
Olaylara dedikodudan ibaret diyenler önce dedikoducu mahalle karısı gibi"eteklerinde ki taşı döksünler sonra konuşuruz" dediler!
Onca taşın altında kalır insan normalde ama bizler normal değiliz buna eminim!
Dünya da yer yerinden oynarken bizim siyasiler ellerini bellerine atıp tek önemli açıklamayı İsviçre bankalarında ki hesapla ilgili yaptı ve "ISPATLAMAYAN NAMERTTİR" dedi!
Bunu söyleyen bir Başbakan!
Aynı Başbakan Silivri'dekilere "suçsuzluklarını" ıspatlamaları için "mapus damlarını" layık görürken "olmayan şeyin ıspatı olmaz" diyecek kadar kendini bilmezleşebiliyor!
Olmayan şeyin ıspatı olmaz yavşaklığını yapan,Wikileaks araştırma komisyonunun başına,yine Wikileaks belgelerinde uyuşturucu kaçakçısı,mafyayla ilişkileri olan ve genç kız düşkünü diye adı geçen Abdulkadir Aksu'yu getiriyor!
Memleketimin pek güzel lafı "herkes gider mersin e biz gideriz tersine" hesabı,koy götüne rahvan gitsin ahali,bukadar balık sever bir toplum olmamıza rağmen hafıza sorunumuzla bile mutluyuz...
Eyvallah...

4 Aralık 2010 Cumartesi

TOPLU TAŞIMAK TOPLU YAŞAMAK


Başlığı birkaç kez üstüste okuyunca "komünist" bir ütopyaya benziyor,farkındayım!Geniş toplulukların kullandığı ya da ağırlıkla paylaştığı herşey,devletler tarafından komünist birer eylem sayılır çoğunlukla.Soğuk savaş zamanlarıyla ilgili kafa s.k.c. detaylara girmeden derdimin göbeğine bağdaş kuralım istiyorum...
Sosyal devlet dolayısıyla sosyal belediyecilik kavramını yaşatır kendi gövdesinde ve muhtemelen bu sebepten sosyal belediyecilik hiçbir zaman oturmamış ve oturmayacaktır memleketimin böğrüne!Zira vatandaşını yani kendini var eden,teoride en küçük ve pratikte de bi boka yaramayan parçacıklarını bukadar s.kme meraklısı bir devletin belediyeleri de BÜYÜK ABİ(hükumetler) den gördüğünü uygulamaktadır.Peki neden hiçbir küçük kardeş asi çıkmaz bu Devlet denen ailede?
Olay makale sıkıcılığına bürünmeden derdime geçiyorum;
konumuz:toplu taşıma,toplu taşıma yönetimi,ücretlendirme ve dolayısıyla bay başkanın vaadlerinin pratik yoksunluğu!
Bir soruyla başlayabiliriz sanırım:
"bir ülkenin(şehrin)gelişmişliği sadece toplu taşıma sistemine bakarak anlaşılabilinir mi?"
Bu soruyu siz bana soruyorsanız kesinlikle salise düşünmeden EVET derdim ve evet büyük harflerle söylerdim bunu!
Peki bir şehrin kültür,sanat,turizm şehri olması için önündeki en önemli engel ulaşım sisteminin en geç saat 22:00 da iflasa geçmesi değil de nedir?Ben ortalama bir vatandaş(!) olarak sinema,tiyatro,konser ya da hiç yoktan eşsiz benzersiz konyaaltı sahiline gidip herhangi bir kültürel faaliyette bulunamayacak ya da belediyesine vergi verdiğim kentin o en güzel yanı olan sahiline gidip iki tek(ne de güzel olurdu şimdi) atamayacak mıyım?
Hayır!
Çünkü devlet bizlere saat 20:00 dan sonra dışarıda olmamamız gerektiğini,
çünkü devlet bizlere evde dizi izlememiz gerektiğini,
çünkü devlet bizlere sokakların güvensizliğini,kırıp dizimizi evimizde oturmamız gerektiğini,
çünkü devlet bizlere alkolün tüm kötülüklerin anası olduğunu,
çünkü devlet bizlere pahalı taksilere binmemiz gerektiğini,
ÇÜNKÜ DEVLET BİZLERE DÜNYANIN EN ÇOK VERGİSİNİ ÖDEYEREK OTOMOBİL ALMAMIZ GEREKTİĞİNİ VE DÜNYANIN EN PAHALI BENZİNİNİ KULLANARAK YAŞAMAMIZ GEREKTİĞİNİ
salık verir!
Canım devletim ve dolayısıyla canım belediyem...
Yazımın geri kalanı ANTALYA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE BAŞKANI MUSTAFA AKAYDIN'adır;
Pek sevgili Başkanım,
Her siyasi gibi büyük vaadlerle geldiniz,hayalleriniz vardı ya da bir anlık gaza gelip aday oldunuz ve seçildiniz çok şükür,çok şükür diyorum zira sizi makamınıza yakıştırıyorum ve biliyorum ki imkansızlıklar ve zorluklar içerisinde bir savaş veriyorsunuz...
Henüz aday olmuştunuz,Migros Alışveriş Merkezine gelmiştiniz,seçmenlerinizi ziyarete!
Tam da benim çalıştığım mağazadayken siz,güvenlik görevlileri sizleri çıkarmak istedi AVM den,benim misafirim olduğunuzu söylediysem de asi yanınız nedeniyle olay tartışmaya dönüşüyordu ki çıkmaya yöneldiniz,keşke çıkmasaydınız,ardınızda kalan güvenliklere sizden önce gelen adaylara neden aynı muamele yapılmadığını sorduğumda boyun büküşlerini görseydiniz...
Yapacağınıza inandığım bir çok şeyi henüz yapmadınız(malesef),yakınen takipteyim kültürel alanda çok çaba veriyorsunuz(her ne kadar altın portakalı iki yıldır elinize yüzünüze bulaştırmış olsanız da)...diğer yandan yaz boyunca şehrin uzak yerlerine geç saatler için koyduğunuz ve fakat işleyip işlemediğini bilmediğim otobüs seferleri de güzel bir adımdı.
Sizinle alakalı daha fazla güzel övücü örnekler vermeyeceğim,illa ki daha yazılabilecekler var ama hak verirsiniz ki insanlar zor över lakin çabuk yerer!
Sizi yerden yere yermek istiyorum...
Anlayacağınız üzere derdim toplu taşıma!
Neden toplu taşınamıyoruz?
Neden her sokağı her semti her saat dilimini,öğrenciyi,işçiyi,geç saatlere kadar çalışanı,eğlenmek isteyeni,Antalya'nın keyfini gece de sürmek isteyeni ve hatta her sarhoşu sahiplenmiyorsunuz?
Migros'ta çalışıyor ve öğretmenler evi önünden devam eden Sanayi Kavşağı ve dolayısıyla Çakırlar güzergahı üzerinde ikamet ediyorum.Şahsıma ait bir otomobilim de var!O otomobili de şu an ikamet ettiğim mühidin birkaç sokak içlerinde ikamet ederken ulaşım sıkıntısı çekişim nedeniyle almıştım.
Ama ben artık dünyanın en fazla vergisini ödeyerek aldığım otomobilime binip dünyanın en pahalı benzinini kullanarak değil dünyanın en çok vergisini ödediğim devletimin ve dolayısıyla belediyemin toplu taşıma araçlarını kullanma kararı aldım!
Fakat gelin görün ki topu topu 5 km lik bir yolu katedecek vasıta bulamıyorum!Ben öğretmenler evinde inerek 1 km yürümek zorunda değilim çünkü size vergi ödüyorum!Size vergi ödemek için 12 saat ayakta çalışıyorum!işimden çıkıp evime huzurla dönmek istiyorum,ben doğayı kirletmemek,dünyanın en pahalı benzinini içmek istemiyorum!
Ben saat 22:00 da ulaşım sıkıntısı yaşanan bir Dünya Kenti bir Turizm ve Kültür-Sanat şehrinde yaşamak istemiyorum!
BEN BİR ÖNCEKİ BAŞKAN A,ANTKART LAR İÇİN KART ÜCRETİ İSTİYORLAR,DİYE B.K ATAN VE DAHA İYİSİNİ VAADEDEN BİR BAŞKANIN AKENT UYGULAMASI İLE İNSANLARDAN KART ÜCRETİ TALEP ETMESİNİ İSTEMİYORUM!
Söz verdiklerinizi yerine getirmek zorundasınız!Sizden önceki başkan beni ilgilendirmiyordu ve hiçbir hak aramadım ne verdilerse onu aldım lakin ben size oy verdim!!!Üzerinizde hakkım(ız)var yazdıklarıma çözüm getirmek ve tüm vaadlerinizi yapmakla mükellefsiniz!
Ara sokaklarda da güzel insanlar yaşar Sn.Başkan şehrin her santimetre karesinde ki siz güzel veya çirkin hiçbir halkı ayırmadan onlara hizmet götürmekle mükellefsiniz.
Lara,Güzeloba gibi kentimizin güzide mühitlerine 00:00 lara kadar ulaşım sağlanıyor farkındayız,biliyoruz!Ama bilin ki(eminim biliyorsunuz) bir kent en ücralara ulaşıldığında kazanılır.
Saygılar.
ŞEREFE...

3 Aralık 2010 Cuma

THE WORLD IS YOURS



Scarface i izlememiş herhangi bir bünye olmadığını varsayarak (ümit ederek) yekten konuya dalıyorum,var mı benle dalan ya da filmle ilgili bir giriş yaparsak fena olmaz,hatırlamayanlara hatırlatalım;

bilindiği üzere bu baba laf,Scarface in biricik,çok acaip adamı Tony Montana(çocukluk yıllarımın counter-strike nick iydi!)' nın hayat felsefesinin ta kendisidir ki gerçekten de Tony hiç yoktan dünyaların sahibi olabilmiş ve fakat bir hatun kişi(ki hatun ne hatundur vesselam) yüzünden herşeyi kaybedip gitmiştir...Genç Tony mülteci olarak geldiği Amerika'da yeni yeni filizlenirken bir doğum günü esnasında gökyüzünde ki Goodyear zeplinine başını kaldırır üzerinde ışıklarla "the world is yours" yazar.ahanda link veriorum 1:17 ye dikkar!

http://www.youtube.com/watch?v=m088QNQomOg


Tony kök salar,korku sarar,büyür ve büyür...Daha sonraları o kocaman ihtişamına girizgahlar Döşenesi evinin içindeki süs havuzunun başına bir heykel yaptırır heykeli şu yazı kaplar "the world is yours"!Filmin sonlarına doğru o güzelim evde güzeller güzeli bir çatışma yaşanır.Çatışmaya güzeller güzeli dememin sebebi Al Pacino hastalarının o sahneye ayrı bir aşık olmasındandır!
Velhasıl bu laf işte bu filmin karakteridir.
Çok küçüktüm bu filmi izlediğimde ve hatta bi bok ta anlamamıştım zira Oscar jurisi de anlamamış olacak ki ödülsüz göndermişler Al Pacino abimizi!Lakin aklımda bu laf hep varoldu!Nedendir bilinmez...belki birgün dünyalar benim olabilir diyedir belki de...
bunları anlatıyor oluşumun sebebi ikinci dövmemdir efendim:

Herkese ayrı ayrı anlatmaktansa blogumu bir anlatıcı olarak seçiyorum,evet hı hı!Çünkü her dövme yaptırana sorulduğu gibi "ne yazıyor?neden onu yazdırdın?neden yours yazdırdın da mine yazdırmadın?'SANANE GÖT'! gibi sorular soruluyor ve ben sorulardan sıkılgan bi herifim...
"the world is yours" benim için çocukluk sanrısıdır belki,belki de dünyaları bana vaadeden başka birşey olmadığındandır...Tony Montana kralsın,saygılar...
İnsan neden dövme yaptırır,neden sağını solunu ömrünün sonuna kadar taşıyacağı izlerle doldurur gibi sorulara cevap arayanlara;"sanane lan",diyor bu yazımı burada bitiriyorum.Şaka lan şaka önemli bi konu bu dövme olayı,hatta sevgili dövmecim Ayhan Utaş la bir röportaj yapıp burada yayınlayabilirim,zira dövme aslında bir felsefedir bir de bu yanından incelemekte fayda var bu dövüşken olayı!..
Bunca zamandır ihmal ettiğim blogumu bu dövülmüş yazıyla şenlendirdikten sonra kısa süre içinde Wikileaks ve A-kent le ilgili iki yazıyla doldurmak için geri döneceğim...
Bekleyin beni...

7 Eylül 2010 Salı

beş yıl öncesinden bir sevda şiiri...

sade seviyorum seni
şekersiz!
sek seviyorum seni
susuz!
anason mu anason ...
gecenin üçü müydü
üçsüzlüğümüydü bilmem?
gündüzsüzdüm!
şuh baktın naerotik nikotin akşamıma,
karanlık gitti,
akşamları unuttum
benim melankolilerim vardı
ellerimle büyüttüğüm
ergen iken seviştiğim!
hepsini öldürdüm
bir ölüme ilk defa güldürdün!
nice yalnızlıklarım vardı
zamanla aşık oldugum
terkettim hepsini çırılçıplakken
salıverdim mahallenin tecavüz gecelerine
hepsini becerdi hece
birleşmişlikler bize kaldı
kelime olduk dillerimizde
bol türkülü sabaha karşılarım vardı benim
rock'ın dibine vurdugum
rakılarım vardı mezesiz piizlendiğim
kederlere bezediğim!
dünyamı sana endeksledim
çapraz kurların dalgaları bogamıyor artık
dünya dönüyor
son gaz son vites
ben sana duruyorum!
ben duruyorum
sen dönüyorsun eksenimde
tüm iklimleri sana bagladım
şimdi hangi hava durumu programına dalsa gözüm
seni anlatıyor meteorolog güzel bi türkçeyle
dönüyor dünya
ona eşlik başım
ben duruyorum
sana
Aşk'ıma..
31.10.05 çidem'e

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Sen Doğalı Beri



Sen doğalı beri yirmibeş,
Ben seni göreli altı-yedi,
Ben seni seveli beri tam beş sene oldu-olacak sevgili...
Birkaç ayrılık falan oldu bu arada,
Birkaç yüz kez kavga dövüş falan,
Birkaç litre gözyaşı cabası...
Hani her sabaha sesinden günaydınlanmak ne ala bir lütuf falan...
Öyle alakasız öyle komik başlayan
Böyle sevdalı böyle ağır yollanan bir birbirimizlik olurmuş meğer,olmaz sandık ilk zaman...

Çok değiştin sen sevgili,
Saçların falan,
Topuk yüksekliğin,
Bakışların,duruşların,sevişlerin falan...

Her halin ayrı güzel,
Her halin ayrı çiğdem,
Her halin ayrı çiçek falan...

Her halim ayrı vurgun,
Her halim ayrı aşık,
Her halim ayrı divane falan...

Şimdi ömrünün yirmibeşinde,
Biraz gürültülü biraz sessizce,
Seveyim istiyorum daha nice zaman
Daha nice kavga
Daha nice sevişmenin eşliğinde...

Doğdun diye,
Gördün diye,
Sevdin diye,
Gittin ve döndün diye,
Sen diye,
Ben diye,
Biz diye güzel herşey biz diye sakin biz diye kavgalı dalgalı...

Aslı astarı özeti şu yani sevgili,
Sen diye ben,
Sen diye biz falan...

İyi ki doğdun,
İyi ki büyüttün beni diye...

25 Haziran 2010 Cuma

550

Rüzgara karşı yüründü onca zaman
elde kızıl bayrak,
Şimdi gündoğduya pupa yelken
kaş göz kara toprak,
Kan revan günayıyor kızıla çalarak,
Uyuyor memleket bahçesinde
BEŞYÜZELLİ yaP(!)rak...

17 Haziran 2010 Perşembe

...an...ar

Yazmak lazım zaman zaman,
Yaza kışa aldırmadan...
Milyon tane keder var etmek için bir "yok" tan...

Geçmiş gitmiş olsun bahar
istediği kadar ,
Yine de yazmak lazım
Kendimize yeni sevinçler satın alıncaya kadar...

7 Nisan 2010 Çarşamba

GİTTİM&GÖRDÜM&DÖNDÜM



Blogumu takip eden herkese teşekkür ediyorum demek ki merak ediliyorum zira en son 76 ziyaretçideyken bırakmıştım şu an 122,bu benim gözlerimi dolduruyor sayın seyirci saolun varolun...
Derhal konuya başlıyorum; malumunuz Kapadokya gezisine çıktım sonra Constantin' e uğradım,eski Yunan'a selam çakıp "buralar hep bizim uleeen" diyip milliyetçi duygularıma kabartma tozu serptim,kabaramadım,bu konudaki iktidarsızlığımla yaşamak zorunda olduğumu anladım...
Kapadokya,Perslerin taktığı orjinal ismiyle "katpatuka" yani "güzel atlar ülkesi".Atı bol olsa da güzelini göremedim,benim eşekliğimden olsa gerek...
Gitme ihtimali olanlara şiddetli tavsiyem Göreme'de kalınsın Ürgüp'e öylesine uğransın,şarap alınıp dönülsün.Çünkü görülmeye ve yaşanmaya değer hemen herşey Göreme'de.Az konuşup bol fotograf koymak niyetindeyim ama duramıyorum affeyleyin!..



Fotografların üzerine tıklamanız tavsiyesinde bulunmak zorunda hissettim kendimi...

Şimdi size Göreme'yi anlatmak istiyorum ama hani ruyalarınızı doğru düzgün anlatamazsınız ya,siz gördüğünüzü anlattığınızı sanırsınız ama anlatımınız bitince gördüğünüz ruyaya benzetemezsiniz hani anlattıklarınızı...Oralar benim için bir ruyadan farksızdı emin olun...İşte bu yüzden,size tavsiyem o iklimi,o manzarayı,o ruyayı en kısa zamanda yaşayın...Ve dönerken oraya yerleşme hayalleri kurarken,bana bi selam eyleyin yeter...



Asla bir güne birkaç yer gezmeyi sığdırmamak gerektiğini de anlamış bulunuyorum.Geceleri otelinizin balkonunda şarabınızı yudumlayıp manzarayı izlemek yerine yorgunluktan uyuyakalmayı kim ister değil mi?

Balona binmeden döndük!Belki de içimde kalan tek ukte bu dur...Fakat kişi başı 150 euro verip binmiş olsaydım,içimde ukte değil,peri bacası kalmış olacaktı!Sanırım o da bayağı acı verirdi(bknz:ilk fotograf).

Daha fazla uzatmadan İstanbul kısmına geçiyorum...



İstanbul'da kız arkadaşınızla sürtmek kadar keyifli birşey olabilemezmiş artık anladım!Sabahın köründe düşüp yollara,gece ağzınız yorgunluktan açılıp kafanız sağ omzunuza düşene kadar gezmek...Tanımsız...

İşin romantizmini bi yana bırakırsak,Dolmabahçe'yi daha önce görmemiş bünyeme Dolmabahçe,Gülhane parkında gezmemiş bünyemde ceviz ağacı olma isteği uyandıran Gülhane Parkı,üç gün boyunca üçyüz kez tavaf ettiğim İstiklal,neden daha önce buralardan geçmedim dedirten Eminönü ve nihayetinde ölmeden önce kendi sahnesinde Ferhan Şensoy izleyebilmek...

Susuyorum...




Bizi sabahın 6 sında otogarda karşılamayı kendine keder eylemeyip gelen Hakan Duran'a,sabahtan gecenin bir yarılarına kadar ayaklarına kara sular serpmemize ses eylemeyen Derviş Coşkun'a,gündüzleri değilse de akşamları bizi yalnız bırakmayan Mustafa Yılmaz'a,yeni filminin galası için bize evini açan ama benim migren krizim nedeniyle koltuğunu işgale kalkıştığım Çağdaş Helvacı'ya,ağzıma Ebru Yaşar'dan O Beni Sırtımdan Vurduuuuu adlı şarkıyı dilime dolayan Hazan Turaçtemur'a sevgi saygı minnetle...



Eyvallah...

10 Mart 2010 Çarşamba

ALİCE HARİKALAR DİYARINDA BEN NEREDEYİM BEYAZ KRALİÇE AL BENİ DE YANINA

İki ayrı fotograf sergisi gezdim ve sinemaya gidip Alice Harikalar Diyarını izledim bugün.
Öncelikli olarak ilgi alanım olan şu fotograf sergilerinden bahsedeyim,kinimi kusayım,bok atayım,bağırayım çağırayım sonra yumuşayıp size filmden bahsedeyim...
İlk önce FİKRET&FİLİZ OTYAM çiftinin fotograf sergisinden bahsedeyim;
zaten Filiz Otyam ın fotograflarına bulut ve gökyüzü temalı olması vesilesiyle çabuk çabuk üstünkörü bakıp geçtim söylemeye değer birşey görmüyorum...Fikret Otyam ın fotograflarına gelince,bir ressamdan daha iyi fotograflar beklerdim fakat fotograf sanatına karşı kuralsız kaidesiz yaklaşılmasını desteklediğim için sadece beklentilerimin altındaydı demekle yetiniyorum.Yoksa kural ihlallerinden eksiklerden ya da fazlalardan bahsedip çok bilmişlik yapmasını da bilirim...Gidilip görülmeye değer...
Benim takıldığım nokta başka,ilk kez bir fotograf sergisini camlar ardından izledim!Berbat bir görüntüydü!Tam burada şu bknz. ı vermeyi kendime borç bilirim;












görüldüğü gibi camın yansımasından dolayı bir bok görülmüyor değil mi?Detay göremedikten sonra o fotografı izlemenin de bir anlamı yok diye düşünüyorum.Bu hata kimin eseriyse sn.Otyam ları bu konuda duyarlı davranmaya davet etmek isterim.Fakat onlar bu blog dan hiçbir zaman haberdar olmayacakları için o sergi hep öyle kalacak...Ve herkes güzelim(!) fotograflardan birer yansıma yüzünden mahrum kalacak...



















İşin daha garibini söyleyeyim;
İnsan bir sergiyi neden açar?İnsanlara yaptıklarını gösterip onların tepkilerini almak için değil mi?Sergide Otyam lardan kimse olmadığı gibi tek bir yetkili bile yoktu.Yani camların yansımasından ya da kirden pislikten şikayet edebileceğiniz hiç-kim-se yok!Büyük Sanatçı böyle olunuyor demek ki!!!
Geçelim ikinci sergimize.Sergi sahibi Dieter Sauter!Kendisi '92 den beri istanbulda yaşayan bir gazeteci..Sergide çalışan portrelerine yer vermiş,serginin topyekun ortak bir öyküsü var yani.Her nekadar fotograflara aman aman methiyeler düzemeyecek olsam da Otyam lardan daha ciddi bir sergide bulunmak benim için hoştu...gidile görüle,aha da şurada serginin genel atmosferi mevcut;













Alice Harikalar Diyarında!
Tim Burton benim için Tarantino ve Guy Ritchi den sonra en fantastik yönetmendir!Beyin hücrelerinin kafa tasının içinde hihihihihihihi diye sağdan sola koşturarak çalıştığı fikrindeyim,bi açıp bakmak lazım!
Ama her ihtimale karşı filme benim gibi salaklamasına kocaman beklentilerle gitmeyin.
Ara verildiğinde bu filmden çıktığımda kötüydü demek istemiyorum,istemiyorum,istemiyorum diye dikkatleri üstünüze çekmeniz olasıdır haberiniz ola!Gerçekten de film bittiğinde ohhh diyeceksiniz buna eminim!
Fakat şunu belirteyim,film bir türlü sizi içine çekmiyor,bir eksik ya da fazla var ama ben bulamadım,bulanlar bana bildire(asıl hayal kırıklığımı sona saklıyorum) !
Film gayet vurdusuz kırdısız da anlatabiliyor derdini.Bu yüzden ayrıca tebriklerimi yolluyorum.
Kırmızı kafalı Helena Bonham Carter müthiş çatlak manyak komik uyuz sevimli olmazsa olmaz tehlikeli çirkin ve iğrençti(bu kadını bukadar ucube bir tipte görmek tüm hayallerimi yıktı,hastasıyımdır normalde)!
J.DEEP denen yaratığa hayran olunma sebebini araştıranlar bunca filmine rağmen bulamadıysa bir de bu filme gidip denesinler şansını.Bu adamda bir tılsım var!!!Sanırım bu adamı eleştirmeyi geçtim övmek için bile kendimi yeterli bulmuyorum!
GELELİM BENİM FİLM AŞKLARIMIN YENİSİNEEEEE...BU KISMI BİLEREK BÜYÜK HARFLE YAZIYORUM,BEN YİNE AŞIK OLDUM!HEM DE ANNE HATHAWAY DENEN HATUNA!

















Bu kadar zarif,bu kadar naif,bu kadar beyaz,bu kadar güzel olamaz bir kadın!En azından filmdeki karakteri Beyaz Kraliçe yi bu kadar güzel canlandırılamaz!Onca abartılı jest ve mimiği bu kadar güzel taşıyabiliyor olması belkide kendine aşık etti beni bilemem!O kollarının ve ellerinin vücudundan bağımsız dans edercesine kıvrılışları,kocaman gözleri ve daha kocaman ağzıyla izlenmeye ve daha da önemlisi aşık olmaya değer.Gidin,aşık olun,evinize dönün!
Gelelim hayal kırıklığıma!!!
Alice güzelim Harikalar Diyarını neden bırakıp gerçek dünyaya dönüyor biliyor musunuz;
Kapitalist olup,Britanya İmparatorlugu'nun sınırlarını genişletme hayaliyle!!!
Üzüldüm bu mesajla dönmesine...Keşke o tavşan deliğini Alice içerdeyken çimentoyla dolduruverselerdi...

Son sözüm,ben ağzımı açıp antalya ya (dikkat ettiniz mi antalyanın "a" sını küçük yazdım,kendimce aşağıladım.çok umrundaydıya!) küfürler yağdırdığımda bana muhalefet edenlere; ulan öyle bir büyük şehir düşünün ki,bu film sadece bir sinemanın bir salonunda,Türkçe dublajlı ve HİÇ BOYUTSUZ gösteriliyor!İnsana boyutsuz kalmak koymuyorsa da,hadi orjinal seslerden mahrum kalışımızıda siktiredelim!Ama vakti zamanında Fikret Hakan ın söylediği lafa kim kıç dönebilir;
"Yıllarca dublaj sanatını(!) dünyada en iyi icra eden millet olarak anılıp bununla gururlandık!Biz bu yüzden hiç okuma alışkanlığı edinemedik!!!"
Altına imzamı değil,kalıbımı basarım!...

Son fotograf BEYAZ KRALİÇE'min olsun!
Eyvallah

9 Mart 2010 Salı

BİR DÖNMENİN ŞİİRİ













Mevsim bahara döndü,
Sonra yaza dönecek...

Dünya desen hergün aynı terane...
Hayat ne transeksüel bir kerhane...

Hikayeler hep aynı,
Hepsi bayat...

Hep ayrılık...
Hep yeni bir birleşme...
Kederler hep aynı şeylere...
Hep aynı tarz terketmeler,
Aynı terkedilişler,
Aynı notalara terennümler...

Dönüyorum,
Herkesin gözüne batıra batıra...
Bilinsin istiyorum,kendi elimle yıktığım duvarları
kendi ellerimle örüyorum...
üstümde aynı sevdanın harcı...
kirimle pasımla övünüyorum...
Bir ışık var,
Görüyorum...
Herşey bıraktığım gibi mi?
Darmadağın...
Bilmiyorum...

Dönüyorum...
Kabulediyorum...
Bu sevdanın transeksüeli benim...
Utanmıyorum...

2 Mart 2010 Salı

BİSİKLET HAYALLERİ

Güne "yeni bir şey yapmalıyım" duygusunun vücuduma ikamet çalışmalarının farkındalığıyla uyandım.Sanırım uzun süredir beraber bir "atraksiyon" yaşamadığımız Çiğdem de aynı farkındalıkla uyanmış olmalı ki beni aradı ve ben telefonu açar açmaz "çabuk uyan go kart a gidiyoruz dedi.Ben daha yeni uyanmış çapaklı gözlerimi dünya ya açmaya çabalarken bu teklife tamam dedim...Beni bilen bilir,benim evden çıkmam uzun bir temaşaya benzer.Acele edemem,tadını çıkara çıkara,birileri beni izliyormuş gibi olaylara hikaye katarak hazırlanırım.Misal diş fırçalama anım aynı zamanda bir dans gösterisidir(burada dil çıkaran bir smile var).
Neyse fazla uzatmayayım,evden çıktım,yolum uzundu,şehrin diğer yakasına gidecektim...Yol boyunca uyanır uyanmaz aklıma düşen yeni birşeyler yapma fikrine yoğunlaştım...
Ve yine beni bilen bilir ilk aklıma düşen en zor yapabileceğim şeydir.Aklıma ilk düşen,derhal arabayı satıp pahalı ekipmanlar edinip bir fotograf stüdyosu kurmak oldu!Tahmin edebileceğiniz gibi derhal sıyırdım o fikir katmanını zihnimin ekmek içinden...Düşünmeye başladım tekrar...Sonra aklıma fotograf makinemi değiştirmek geldi,zira uzun zamandır D300S rüyalarına yatıyordum neden olmasın dı?Üzerine detaylı bir düşünceyle yoğunlaşınca hayatımda pek köklü bir değişim olmayacağı kararında uzlaştım mantığımla...Yol uzundu,daha yeni ve radikal kararlar almam için yeterli zaman bana bahşedilmişti...
Az gidip uz gidip dere tepe düz giderken,"neden benim bisikletim yok?" dedim(çok gerekli ve bir insanın olmazsa olmazı ya hani!).Sonra hayatımın malaklamasına yatılan anları geldi aklıma,sonra havaların ne de güzel olduğu,sonra bacaklarımın beni taşımaktan başka bir boka yaramaz bir hal aldığı vs...Tabii bu aklıma gelenler benim bisiklet almak için kendime uydurduğum bahanelerdi.Ama olsun,ikna olmuştum...Hatta bu bahaneleri abartıp kendimi şu yalana bile inandırdım;"güzel havalarda işe bile bisikletle giderim!"...Bu fikirde uzlaşma sağlanmıştı zihin,bacak ve mantık arasında.O bisiklet alınmalıydı...
Ve sonun da Çiğdem evinden alınmış go kart pistine doğru dümen kırılmıştı...Bisiklet fikrimi Çiğdem e söylediğimde her zamanki temkinliliğiyle,"al,iyi yaparsın...ama o bisiklete en fazla üç kez biner,paslanmaya bırakırsın."dedi...Ben de her zamanki tez canlılığımla savunmaya geçip onu da ikna etmeye çabalıyordum...Kararlıydım...
Go kart pistine geldik,araçlara bindik ve yarış başladı...Hayatıma yeni,saçma salak olmasına rağmen muazzam keyifli bir oyun daha katılmış bulundu...Bu go kart macerası ilk olmasına rağmen son olmayacağı da muhakkaktı...Yarış bitip galibiyet raporumu elime tutuşturduklarında aldığım keyifse paha biçilemezdi.Sonra uçsuz bucaksız ince kumlu Lara Plajlarında fotograf turuna çıktık Çiğdem le...Ben yeni aldığım lensin deneme kareleriyle meşgulken Çiğdem de zamanında(yıl başında) ona aldığım compact makinesiyle beni çekmekteydi...Isınma turlarım bitmiş ve çekecek kompozisyonlar aramaktaydım bomboş sahilde...Upuzun uzanan sahile baktım,"şimdi bir bisikletim olsa ne güzel olmaz mıydı?" dedim...olurdu...kesin kararımı vermiştim artık,tez zemanda bir pisiklet alınmalıydı!...
Akşam olup Çiğdem i grafik kursuna bırakma vakti gelmişti.gülüşülüp eğlenilmiş,fotograflar çekilmiş,sahilde koşturulmuş,dallara budaklara tırmanılmış ve gün bitirilmişti...
Günün muhasebesini yapmaya başladığımda,ayrı olduğum kız arkadaşımla geçirdiğim, sorumsuz,sorgusuz sualsiz,vasıfsız,şefkatli,bol kahkahalı az kederli,az yürünmüş,bol fotograflanmış bir günün güzelliği beyaz kağıda düşecekti...

Bol bisikletli günlerin yakın geleceğine,şerefe...

Eyvallah...






BU NE BİÇİM HİKAYE BÖYLE...

Bir ara içim geçmiş dalmışım...Bir aradan kastım gece 22:30 suları...Gözümü açtım saat 02:05 derhal tekrar uymaya meylettim ama nafile...Uykum benden kaçtı...Benim uykum ne zaman kaçsa ben üzülürüm.Sanki karım beni terk etmiş gibi hissederim...Sebebi uykuya olan düşkünlüğümden ve uykunun dengesizliğinden...O kadar dengesiz ki,çoğu zaman gitmesi gereken yerde oturduğu göz kapaklarımdan kalkmak bilmez ve daha çok daha da çok çok seviştirir kendiyle.Her yere geç kalmalarım uykuyla olan benzersiz sadist ve benzersiz hipnotik seksimizden kaynaklanır...Yatakta gayet iyi bir partnerdir kendisi ve yatakta iyi olan bir partneri kimse yatakta öylece kendi halinde bırakıp yataktan çıkmamalıdır...Ben de hep öyle yaparım,onu hiç bırakıp gitmem...
Dar bir sokakta yürüyordum,tabanları taş döşeli sokakları,topraktan yapılmış,kapı ve pencereleri koyu kırmızı ve koyu mavilerle boyalı evleri vardı bu sokağın...Hayran hayran yürüyüp bir taraftan da aklıma tecavüz etme kararları alıyordum,fotograf makinem neden yanımda değil diye...Elimi cebime attım,sigaramı da yanıma almamıştım.bir küfürde bu sebeple ettim aklıma.Ama ruyadayım dedim...Ozaman problem yok,uyanana kadar sabrederim...Böylelikle ruya içinde ruyada olduğumu farkedip bu güzel sokağın tadını çıkara çıkara yürümeye devam ettim...Aklımdan ertesi sabaha uyandığımda neler yapmak istediklerim bir bir akıp geçiyordu ama muhtemelen sabaha hiçbirini Hatırlamayacaktım.Umursamadım...Çünkü sokak çok güzeldi,büyülenmiştim...Sürekli küfür halindeydim böyle bir sokağın fotograflarını çekemeyecek olmama...Baştan sona boydan boya sütlü kahve bir sokak düşünün,daracık daracık,kızların misket yuvarlayabileceği,kızlara koca vermeyen kocaman kocaman kadınların yaşayabileceği bir sokak...Evler kilden yapılmış ve Göreme evleri gibi heybetli ve bir o kadar kendi halinde... Tek bir insanın olmadığı,sarı ışıklarla aydınlatılmış...Seyirlik bir sokak...Derken ekran kararmaya renkler koyulaşmaya ve yavaş yavaş grileşmeye başlamıştı ki kafamı sağımdaki evin koyu mavi ve hafif eskitilmiş penceresine çevirene kadar...Esmer bir kadın...Gözleri çimen yeşil...Kollarını dayamış pervaza,göğüsleri dayanmış kollarına,kocaman...Üzerinde beyaz bir gömlek...Gömlek ipek...Yanlışlıkla bir bardak su dökmek istiyor insan üstüne...Göz göze geldik aniden...Dolgun ve kıpkırmızı dudakları gülümsedi...Ben de...İçeri gel dedi bana...Etrafıma baktım...Kimse yoktu...Bana demişti evet...Kalbimin atış hızı arttı,sesi kulağıma kadar geliyordu;pat pat,pat pat...
Kadın duymasın istedim,bilmesin heyecanımı...Tam kapısına yöneldiğimde,diğer pencereler açıldı,hepsinden aynı yaşlı kadın çıktı...Gözleri üstüme dikildi hepsinin...Kalın ve tahriş bir sesle bana bağırmaya başladılar:
-Girme,girme,girme,girme...
Aynı ritmle söylüyorlardı...O cennet bahçesi mekan,o huri edalı kadın,o sokağa hayranlığım...Birden kabusa döndü...Kadın bana gel diyordu...Diğerleri girmeee...Kaçmaya başladım...Arkamda bıraktığım çimen yeşili gözlerin sahibi esmer kadın aklımdan çıkmıyordu ama kaçıyordum...Koştuğum yollar boyunca pencereler açılıp aynı yaşlı kadınlar bana,girme,diyordu...Sonunda sokağın sonuna yaklaştım...Yaklaştıkça bembeyaz bir ışık beni karşılamaya başladı...Bir an ruyada olduğumu hatırladım...Ve bembeyaz bir ışığa koşuyordum...Ölüyor muydum?Ama o an bu düşünceyi atıp kafamdan,ışığa yürüdüm...
uyandım...
saat 02:05...
Bok vardı uyanacak...
Tekrar uykuya dalmayı denedim.Uykuya dalıp aynı ruyaya devam edecek ve gerisin geri koşup o güzelin evine girecektim...
Uyuyamadım...
Sigara yaktım hemen...
İlk fırtta öksürük tuttu...
Şimdi aklımda o kadın var...O güzel sokağın güzel kadını...
Ruyalarımın kadını...Yine gel beklerim...
...
Eyvallah...

27 Şubat 2010 Cumartesi

VOGUE & VEDA


Sevgili günlükümtrakkaralamaç,sana bugün düne ait şeyler anlatacağım dinle beni(ozaman sana dünlükümtrakkaralamaç mı demeliyim acaba?).İki yeni şeyle tanıştım dün.Biri bugüne kadar tüm dünyayı kasıp kavuran ve son bir aydır henüz çıkmadığı halde Türkiye nin gündeminden düşürmediği VOGUE ve saolsun medyanın aylardır öve öve bitiremediği,vizyona girdikten sonra yerlere göklere sığdırılamayan Sn.Livaneli nin mastürbatif filmi VEDA(offff çok pis sert daldım olaya kesin Taraf gazetesinden teklif alırım ben,sonra ahmet altanla memeler hakkında konuşuruz) !
Vogue dan başlayacağım çünkü herifler yurtdışından geldi yol yorgunudurlar zahir,bikaç laf edip bırakacağım onları...Birincisi,dergi dergi değil ansiklopedi!600 sayfaya yakın!gerçi nerden baksanız 300 sayfası reklam!Bak bak bitmiyor.Farkettiniz mi bak bak dedim oku oku demedim çünkü okunacak pek bişey yok...Anlamadığım şu;bu adamlar bu işi nekadar iyi biliyor ki içerik bakımından bir bok bulunmayan bir dergi dünya ya yön verebiliyor ve nasıl oluyor da bukadar yüksek trajlara ulaşıyor?Dergi tam bir görsel şölen...Güzel kadınlar,aykırı makyajlar,uçuk kıyafetler,tapılası ayakkabılar vs...Baştan sona iki kez hatmettim dergiyi ve şu fikre nail oldum;Vogue bir moda dergisinden ziyade,fotografçı için olmazsa olmaz seyirlik bir ansiklopedi.
İnsanın koşa koşa bir modelin kolundan tutup çıpalak çıpalak diye fotograflarını çekesi geliyor...
Zaten dergi de bunun farkında çünkü sürekli fotografçılarla röportajlar ve onların hikayeleri var...Vogue Fotografçısı diye bir terim varmış çok geç anladım...Velhasılı 8 tl ye satılan bu 600 sayfalı ansiklopedi alınmaya değer,hiç bi bok anlatmıyorsa da fotograflarına bakın iç geçirin...Hoş geldin Vogue,abuk subuk insanları kral fotografçı diye tanıtmaman dileğiyle...

Evet,gelelim VEDA ya...
Benim için yeni bir hüsran daha...Anlatayım efendim;
Şunu belirteyim ki filmin konu ve gelişimiyle alakalı birşey anlatmayacağım gidiniz görünüz bi zahmet.
Filme 15 kişilik bir grupla gidildi,film öncesi geyikler yapıldı,sonra yer bulamama gafleti,sonra sen oraya oturacaksın ben buraya kavgası,şakalaşmalar birbirimize mısır patlakları atmalar,arkadan dürtmeler falan derken film başladı...Her daim şunu söyledim,her kim ki yeni bir Atatürk ya da Kurtuluş konulu film yapmaya hallenir,Kurtuluş filminden daha iyi bir projeyle başlamalıdır işe!Yahu arkadaş,adam 15 sene önce yaptı bu filmi kullanılan figüranlar,aksiyonlar,verilecek mesajları göze batırmadan,Türk lerin salak kısmının (a.nesin e göre %40 bana göre %95) ağzına sıçarak vermeler...Efsanedir Kurtuluş filmi...Veda yüzeysel ötesi bi film!Herşeyin anlatılmak istenip hiçbirşeyin anlatılamadığı bir film.Atatürk karizmasının yansıtılamadığı bir film.Bir ara zeybek sahnesi vardı!Kahkahalarla gülerek belirtiyorum,Livaneli Hitler e zeybek oynatmış!!!Filmi izleyince hak vereceksiniz...Düşmanın görünmediği,dağlarda bozkırlarda slow motion koşarak ateş eden türk askerlerini izledik.Ha bir de tek atımlık silahlara makinalı tüfek efektleri enteresandı.Sanırım Livaneli sürreal bir film denedi!Demem o ki,KURTULUŞ filminden sonra çekilen her Atatürk filmi gibi bu da diğerleriyle aynıydı.Üzüldüm...Hala film çekebilemiyoruz...Ve ağlıyoruz,milletimiz sinemaya gitmiyor diye...Film boyunca koca salonda sürekli gülen iki kişi vardı,biri ben biri Çiğdem.Bir ara 15 kişilik grubumuzdan dışarı çıkın sesleri yükselmeye başlamıştı ki filmin en iyisi,elle tutulur tek yanı (zaten filmde Atatürk te elle tutuyor) Fikriye göründü!Fikriye yi canlandıran hanımın güzelliğinden ve ona aşık oluşumdan bahsetmeyeceğim.Ama filmin en gerçek,en doğal,en kalpleri acıtanı,en güzel oynayanıydı...Latife nin hinliği yüzünden ölümüne okadar üzüldüm ki gözümden üç damla yaş döküldü,hepsini Fikriye ye armağan ettim...Evet size tavsiyem,sırf Fikriye yi izlemek için de olsa,gidiniz...Sonra Atatürk ün ölüm sahnesi...Benim bu ana bir zaafım var,her 10 Kasım da 09:05 te kendimi tutamıyorum,bırakın o anı her hangibiri o anı anlatırken bile,hem de yüzünde bir tebessümle anlatırken bile,herhangi bir temsilde,herhangi bir filmde,ben zırıl zırıl ağlıyorum...zira şu an dahil...İşte filmde o sahneye gelmişti sıra...Ve ben,filmin her türlü geyiğinden uzaklaşmış,sesim duyulmasın diye yüzümü,ağzımı,ellerimle kapatmış hüngür sümük ağlıyordum.............................

Anlattıklarım bir film eleştirisi değildir zira ben de filmin etkisiyle gayet yüzeysel geçtim konuyu...Sadece şunu istiyorum;lütfen görkeminden gözlerimizi kör edecek bi Atatürk filmi yapamayacaksanız artık dokunmayın...Bizlerin hayallerindeki film kalsın aklımızda...Her seferinde yeni hüsranlarla çıkmayalım şu sinema salonlarından...
İki konu arasındaki farkı daha net anlatmak için bir dip not düşmeliyim sanırım;
Bir yanda sıfır içerikle tatminkar bir dergi çıkarılabilirken,diğer yanda tatminkar bir konunun sıfır içerikle sinemaya aktarılması beni yine küfre boğdu...Rab beni affeylesin amen...

(Okuyan herkese ufak bir bilgi:herkesin bilmesi gereken yazılarımı facebook ta afişe ederken daha özellerini etmeyeceğim.bu sebepten blog sayfamı daha sık takip ediniz...)

Eyvallah...

26 Şubat 2010 Cuma

bir,"ERDEM DENKLİ İÇ DÜNYA GÖSTERİSİ" giriş karalaması


Ferhan Şensoy kitaplarından sonra bana günlük yazma dürtüleri iğneleyen eser oldu "Genç Werther'in Acıları".
Sonra düşündüm,her yazar bir gün yazdıkları günlükleri yayınlama kararı alıyor!E ozaman ben neden saklayayım?Şimdiden,günü gününe,yazıldığı anki haliyle yayınlamak daha mantıklı.Bir de benim yazar değil,kendi halinde bir karalamacı olduğum düşünülürse...
O halde yapmam gereken Hakan Duran'ın tavsiyesi ile bir blog açmaktı!..
Hem bu blogun şöyle de bir güzelliği vardı,çektiğim fotografları yayınlama olanağı!Yani bu blog benim için,bana özel bir teşhir dir bir nevi...Fakat bu teşhirciliğim tahrikkar değil tehditkardır yaşama karşı...

...diye düşünürken aklıma sır korkusu düştü!Ya herkesin öğrenmemesi gereken bir şey yazmam gerekirse!Demek ki bu günlüğün de bir sırrı olacaktı kendi içinde.Kim bilir bakarsınız el altından bir deftere bu blog un sırlarını yazar yastık altıma saklarım!...Ama emin olun okadar büyük sırlarım yok...Malesef...
Takipte kalın çünkü bu bir "ERDEM DENKLİ GERÇEK İÇ DÜNYA GÖSTERİSİ"dir!...
Eyvallah...